Zaman bizi döndürüp dolaştırıp başladığımız noktaya bırakıyor işte. Tekerrürden ibaret tarihin şamarı patlıyor suratlarımızda her deveranda. Akıllanmıyoruz, öğrenmiyoruz, gözümüzün önündekini göremez hale gelene kadar körleşip kurutuyoruz vicdanlarımızı. Okkalı bir sille yemeden aklımız başımıza gelmiyor, geldiğindeyse kaçırmış oluyoruz treni…
Sonrası… Yeniden inşa etmeye çalışmak… Yeniden, umutla belki… Sonra yine unutmak nereden geldiğini… Ve yine aynı kaçınılmaz son…
“Fıtrat” mı… Sanmıyorum… “Kader” de değil… Bile isteye… Kanırta kanırta… Kanata kanata…
Uzak açıdan bakılınca durum buna yakın, resimlere yaklaştıkça kan deryası, gözyaşı sağanağı kaplıyor her yeri, toz duman ve acı kalıyor geriye…
Yorgunum… “Belki bir umut” diyerek çıktığım bütün yolculuklar aynı kilitli kapıda son buluyor. Aynı kapı etrafında dönenip durmaktan, aynı kilitle boğuşmaktan yorgun düştüm. İnsanı, insana, insanca nasıl anlatabilir ki insan, “kötüler kadı olmuşsa Yemen’e”?
Oyun bahane, dertleşiyoruz işte…
Öküze benzemek için şişen kurbağalara, arslan postu giyen eşeklere Nazım Hikmet‘in tiyatro diliyle verdiği bir yanıt aslında “İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu?”. İskeleti çok doğru kurulmuş, karakterleri ustaca betimlenmiş, tansiyonu yüksek, başlangıcından finaline yavaş yavaş tırmanan ivmesi ve güçlü mizahıyla seyir zevkini zinde tutan bir metin… Ancak, eserin yazıldığı dönem itibariyle odağında tuttuğu Sovyet bürokrasisi eleştirisini; bugünün koşullarında merkezde tutmanın doğruluğunu sorgulayarak başladığımız provalarla vardığımız son, metnin çatısını koruyan ama bugünün koşullarıyla yeniden okuyan bir çehreye dönüştü. Petrof’un dönüşümüne değil, bu dönüşümün nasıl gerçekleştirildiğine odaklandık. Bir sistem dahilinde adım adım planlanan bir “proje”nin öznesi haline dönüşen Petrof’un, sunulan seçeneklerden hangisini tercih edeceğini izleyeceğiz oyun boyu. Günahıyla, sevabıyla…
Son üç sezondur sahneye koyduğum üç oyunu (George Orwell-Hayvan Çiftliği; İnci Aral- Kıran Resimleri ve Nazım Hikmet-İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu?) sahnelenme sırasına göre bugün yeniden okuduğumda enteresan bir sarmal oluştuğunu fark ettim. “Hayvan Çiftliği”, İnsan’ın Sistem’e; “Kıran Resimleri”, sistem içindeki İnsan’ın İnsan’a; “İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu?” ise Sistem’in İnsan’a ettiğini paylaşıyor seyircisiyle. Tesadüfi bir “Totaliterizm Üçlemesi”… Dilerim bu üçleme; dörtlemeye, beşlemeye dönüşmeden son bulur ve tarihin ağır şamarı olmaksızın kaçmak üzere olan tramvayın sahanlığına tutunarak vicdanlarımızı yeniden inşa edebiliriz…
Onuncu sezonunu kutlamaya hazırlanan Tiyatroadam ailesine, kendimi ev sahibi gibi hissettiğim ev sahiplikleri için minnettarım… Son üç oyundur nefesini ve yaratıcılığını benden esirgemeyen usta tasarımcı “abim” Barış Dinçel’e; başucu dramaturgum ve dostum Ceren Ercan’a; sezon açılış telaşında takviminde bize yer açan usta tasarımcı Yüksel Aymaz’a ve bir telefonla ertesi gün Çanakkale’den İstanbul’da bitiveren koreograf Esra Yurttut’a varlıkları ve kattıkları için sonsuz teşekkür… Ve son olarak; bu oyun eğer birine adanacaksa Fatih ile Ayça’nın önümüzdeki yıl doğacak oğullarına ve onun parlak yarınlarına adanmalı…
Sevgiyle…
Emrah.
YABANCI KALMA